Victoria döneminin en önemli yazarlarından olan Sir Leslie Stephen’ın kızı Virginia Woolf 25 Ocak 1882 yılında Londra’da doğmuş, o dönemde yaşayan her kız çocuğu gibi kendisi de okula gidememiştir. Diğer kız çocuklarından daha şanslı olan Woolf edebiyatla iç içe bir çocukluk geçirmiş ve 1895 yılında ilk kısa hikayeleri bir gazetede yayınlanmıştır.
Kullandığı dil ve vermek istediği mesajın direktliği ile “Kendine Ait Bir Oda” Virginia Woolf tarafından yazılan okunması en kolay eser olmasının yanında aynı zamanda da çok güçlü bir eserdir. Bilinç akışı tekniğini ustalıkla kullanan yazar, 1928 yılında Cambridge Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasına dayanan kitabında erkeklerin kadınlara yönelttiği “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” sorusuna cevap veriyor.
Peki ya Shakespeare’in Judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu? Woolf’a göre bu sorunun cevabını bulmak çok zor değil. Abisi gibi okula gitme hakkı olmayan Judith erken yaşta ailesi tarafından evlendirilmeye zorlanır, hayallerinden vaz geçmek istemediği için kaçar ve oyuncu olmak için bir tiyatroya başvurduğunda kadın olduğu için geri çevrilir ve daha sonra da intihar ederek hayatına son verirdi. Aynı aileye doğan, aynı hayallere sahip iki kardeşin hayalleri peşinde koşarken cinsiyet ayrımcılığı sebebiyle vardıkları son noktanın birbirinden ne denli farklı olabileceğini ve kadınların edebiyatta yerinin olmamasını ancak erkeklerin edebiyatına konu olabildiklerini bu soruyla birlikte çok güzel anlatıyor.
Woolf kurmaca edebiyatta kadın yazar eksikliğinin asıl sebebinin kadınlara dayattırılan zorluklar ve imkansızlıklardan kaynaklandığını, bu imkansızlıkların başlıca sebebinin kendilerine ait bir odaları ve ekonomik güçlerinin olmadığını söylüyor. Hayal gücüyle baş başa kalamadığını ve toplumun kendilerine yüklediği görevlerle her daim meşgul olan kadınların yazarak kendilerini ifade etme imkanına sahip olmadığını vurgularken okurlarına bir cinsin güvenliğini ve refahını, diğer cinsin ise yoksulluğunu ve güvensizliğini düşündürtüyor.
Bir yazarın cinsiyetini düşünerek yazması onun için öldürücüdür diyen Woolf , bir cinsiyetin diğerinden hiçbir üstünlüğü olmadığını, yaratmak için zihindeki erkeksi ve kadınsı yakalar arasında bir işbirliği olmasının zorunlu olduğunu düşünüyor.
“Kendine Ait Bir Oda”’da Woolf iki cinsiyet arasında hiçbir fark olmadığını kadınların kendilerine ait bir odaları ve maddi güçleri olduğu halükarda hapis kaldıkları zifiri karanlıktan kurtulup kendileri gibi olabileceklerini Judith’in aksine hayal ettikleri tüm gerçekliklere kavuşabileceğini son derece akıcı ve cesaretlendirici bir şekilde anlatıyor.
Eser her ne kadar 1929 yılında yayımlanmışta olsa ne yazık ki hala gündemimizi meşgul eden konuları ele alıyor. Kadınlar ve kız çocukları uğradığı haksızlıklar ve kendi hayatlarından önce omuzlarına yüklenilen kocaman sorumluklar nedeniyle hala hayattan geri kalıyorlar. O kadar çok keşfedilmeyi bekleyen karanlıklara gömülmüş hayat var ki kendisi gibi olamayıp başkalarının onlara dikte ettiği hayatı yaşamak zorunda kalan.
“İstersen kütüphaneleri kapat, ama benim zihnimin özgürlüğünün üstüne kapatabileceğin ne bir kapı, ne de bir sürgü var”
Virginia Woolf