Yönetmen : Darren Aronofsky| Senaryo: Samuel D.Hunter | Oyuncular: Brendan Fraser, Sadie Sink, Ty Simpkins, Hong Chau, Samantha Morton
| ABD | 117 dakika | Drama
- Hiç şu hisse kapılıyor musun?
- İnsanların umursamamak gibi bir kabiliyeti yok.
Darren Aronofsky, takıntılı karakterlere, alışılmadık yaşam tarzlarına ve ‘’ilginç’’ bulduğu anlatılara odaklanmayı seviyor. Bakınız Pi (1998), bakınız The Wrestler (2008) , bakınız Black Swan (2010), bakınız Mother! (2017).
The Whale (Balina) filminde de yıllar önce kaybettiği sevgilisinin ardından büyük bir depresyona giren ve yeme problemi yaşayan İngilizce öğretmeni Charlie (Brandan Fraser)’nin hikayesini anlatıyor bizlere.
Sevgilisinin ölümünü kaldıramayan Charlie, obezite ve yalnızlıkla mücadele halindeyken git gide şiddetlenen göğüs ağrısıyla ölüme her geçen gün daha da yaklaşıyor. Bu durumu iyiden iyiye kabul eden Charlie, yıllar sonra kızı Ellie (Sadie Sink)’yi aramaya karar veriyor. Tüm bu sürecinde ise yanında olan tek dostu hemşire Liz (Hong Chau).
Charlie, online dersler vermeye devam ederken sürekli kamerasını kapatarak ders anlatmakta. Film genel hatlarıyla TLC-Ağır Yaşamlar’ın gerçek hikayelerine odaklanıyor diyebiliriz. Bu sebepten psikolojik olarak da karakterlerle ve hikayeyle iletişim kurduruyor. İlginç bir şekilde Brendan Fraser için de kariyerinde büyükçe bir sıçrama tahtası yaratıyor. İlk duyduğumda yalan yok. Aronofsky ‘nin delirdiğini düşündüm. Çünkü Fraser(kusura bakmasın kimse) Kanal D’de yayınlanan saçma sapan B sınıfı aksiyon filmlerinin starıydı benim için. O sebepten bağdaştıramadım. Ancak izlediğimde Aronofsky’nin gerçekten deli olduğuna karar verdim! Bu rolü elbette başka oyuncular da yorumlayabilirdi ama Fraser her hücresiyle yaşatmış. Olağanüstü oyunculuk! Yeterli mi? iyi okumalar.
SPOILER ALERT!
Filmi buralardan sonra spoiler vermeden anlatamayacağımı düşünüyorum. Şimdiden özürlerimi kabul buyrunuz lütfen.
Filmin %90’ı, sanırım Charlie’nin klostrofobik, pis sayılabilecek hatta zaman zaman izlerken dikkat kesilirseniz oranın kokusunu bile duyacağınız kadar iyi bir görüntü yönetimi ve sanat yönetimiyle sunuluyor. Bunun yegâne sebebi yabancılaştırma ve varoluşsal sorunları uyandırmak için kullanılan taktik zaten. Yönetmen numarası yani. Ancak filme cuk oturmuş, gram sırıtmamış. İşte. Aronofsky deliliği.
Filmde Charlie, geçmişte yaptığı ‘’hatalar’’ı telafi etmek için kızıyla iletişime geçmek istiyor. Aronofsky, sıkıntı içindeki bir karakterin veya bir topluluğun temsilini sağlayabilme anlamında yine çok başarılı. Samuel D. Hunter tarafından yazılmış ödüllü bir tiyatro oyunu olan The Whale, Charlie karakterini bir tür İsa figürü olarak konumlandırıyor. Fakat Charlie’nin neyi veya kimi kurtarması gerektiğini ilk başta anlamıyoruz. Kurtarması gereken kendisi mi? Günahları mı? Charlie, tıpkı İsa gibi hem fiziksel hem de ruhsal anlamda her sahnede bir ıstırap içinde anlatılıyor bize. Buna ek bir de bağışlanma ve merhamet beklentisi içerisinde.
Filmin açılış sahnesinde Charlie gay pornosu izlerken kapı çalıyor. İçeri bir anda genç ve yakışıklı Thomas (Ty Simpkins) giriyor. Thomas giyimi kuşamıyla her halinden kiliseye bağlı gözüken New Life’ı yaymak için gelmiş bir misyoner aslında. Bu sırada gay pornosu izlerken kalbi sıkışan Charlie’yi o halde gören Thomas ne yapacağını bilemiyor ve Charlie’nin isteklerini yerini getiriyor. Charlie’nin isteği Moby Dick hakkındaki bir yazıyı(pasajı) yüksek sesle okuması. Thomas anlam veremese de okuyor. Böylelikle pasaj bitiminde artık Charlie, kızı Ellie’yle iletişime geçmeye kesin karar vermiş oluyor.
Kızı Ellie, ergenliğinin ve babasına olan öfkesinin nirvalarında gezinip dururken Charlie’nin tek derdi merhamet ve bağışlanmak. Bu konuda onu tek anlayan kişi Liz gibi gözükse de aslında kızı Ellie de onu anlıyor. Ancak öfkesi, sevgisinin üzerinde olduğundan bu ilişkide babasına karşı öncelikleri farklı. Babasının yaptıklarını küçümsüyor ve aşağılıyor. Fakat buna rağmen Charlie, onun için hala umut olduğuna ve daha da önemlisi, kızının iyi bir insan olabileceğine inanıyor. Çünkü başka çaresi yok. Affedilmek, bağışlanmak ve merhamet görmek isteğinden. Tıpkı İsa gibi…
Kendisi hariç geçmişte üzdüğü, yaraladığı ya da eksik bıraktığı herkes için kurtuluşun mümkün olduğuna inanıyor. Öldükten sonra kullanması için kızı Ellie adına para biriktiriyor mesela. Bu parayı kendi sağlık ihtiyaçlarını karşılamak için bile kullanmıyor. Öyle bir vazgeçiş. Önce yediğimiz hurmalar sonra bizi fena gıdıklar durumu. Neyse.
Senaryo orijinalinde aslında bir tiyatro metni. Ancak sinemaya uyarlanması hiç de zor olamayacak kadar etkileyici bir versiyonda. Çünkü bireyin yalnızlaşması, dini baskılar, eşcinsellik, yolunu kaybetmiş grotesk karakter hepsi bu metin içerisinde var. En önemlisi yönetmenin en büyük trick’i burada bu durumu acite etmeden etrafında dolanarak yapmış olması. Çünkü görsel olarak zaten durum yeterince acite.
Tüm bu af dilenme seansları filmin çeşitli sahnelerinde devam ediyor. Karısına bir başkası için onları terk ettiği için pişman olduğunu söylemesi, aşık olduğu adamın ölümünde suçlu hissettiği için Liz’den özür dilemesi gibi. Ancak kendisi için asla Tanrı’dan ya da din tarafından kurtuluş arayışında değil. Tek derdi Ellie’nin hayatını kurtarmak ve onun iyi bir insan olduğunu görmek. Çünkü bu şekilde uzuncadır ilk kez bir şeyi başarmış olacak.
Filmin final sahnesine gelecek olursak işte dananın kuyruğu burada kopuyor. Bu ne didaktiklik, bu ne kötü efekt, bu ne gereksiz duygusallık be Aronofsky abim? Anlaşılmadığını düşündüğünden midir bilinmez finaldeki mesaj kaygısı oldukça güçsüz bir yere çekiyor filmi. Bu durumda son yüzleşme sahnesinde Charlie’nin sona geldiğini anlayıp kızı Ellie’ye yıllar önce yazdığı Moby Dick ödevini son kez sesli biçimde okutması ve sonrasında da ölmesi durumunu, film boyunca acite etmeden anlattığı yapıyı ‘’uyduruk’’ bir finale mahkûm ediyor maalesef. Eksik ya da tatsız bir final diyebilirim o sebepten. Filmin zaten genel olarak akışında kurgusal anlamda (sanırım tiyatro metni olmasından kaynaklı) bir durağanlık ve katarsis yaşatmama hali var zaten. Ancak bunu finalde değiştirebilir, salondan çıkarken ya da evimizin salonundan mutfağa geçerken bizi düşündürebilirdi diye düşünüyorum. Ama sevdiğim yönetmenlerden biri olan Darren Aronofsky, beni çok da üzmedi açıkçası. Beklenti içine sokmadı, akışta bize dramatik yapısı yerinde finali güçsüz oyunculukları eh, plastik makyajı başarılı bir film sundu aslında. Haksızlık da etmeyelim şimdi.
Bu arada güzide ülkemiz Türkiye’mizde filmi tiyatro sahnesinde (belki de ait olduğu yerde) izlemek isteyenlere güzel haber.
Craft & Zorlu PSM & Freestage yapımcılığında, İbrahim Çiçek yönetiminde Zorlu Center’da izleyebilirsiniz. Enis Arıkan, Şebnem Bozoklu, Helin Kandemir, Yağız Can Konyalı, Emine Evirgen oynuyor. İyi seyirler.