En katkısız haliyle ifade etmek gerekirse, merak duygumun ve basit bir bilme ihtiyacının; anlamaya, öğrenmeye, genişlemeye ve genişledikçe derinleşmeye, görünenin ötesinde hissedişe giden yolculuğumun ilk deneyimlerinden birisi Whiplash…
Yıl 2015. 87. Akademi ödülleri henüz sahiplerini bulmuş. Benim, üzerinde sıksan üç beş kelime edebileceğim, mutlu sonu sebebiyle herkesçe beğenilmiş, ancak o sonun ötesindeki hayata tanık olamadığımız, tatlı ve çokça göstermelik bir film arşivim, bir de aslında pek de bilgi sahibi olmadığım bazı adamlara ait bir film listem var.
Herkes kadar bir film izleyicisiyim ve tercihlerimin belli belirsizliği ile ödüllü filmler bana risksiz bir yol gibi geliyor. Beğenmeme ihtimalim yok!
Whiplash, senaryosu ve yönetmenliğini Damien Chazelle’in yaptığı 2014 yılına ait bir film. Yönetmen, lise anılarına ait konusuyla ilk olarak kısa filmini yayınlıyor ve ardından aynı konulu ilk uzun metrajlı filmi olan Whiplash izleyicinin karşısına çıkıyor. Filmin başrolündeki, Amerika’nın (kurgu) en iyi müzik okullarından birisi olan Shaffer Üniversitesi’nde konservatuar okuyan ve bateri çalmakta olan Andrew Neimann’a Miles Teller hayat verirken, okuldaki en prestijli öğretmen olan Terence Fletcher’ı ise J.K. Simmons canladırıyor ve rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü alıyor. Müziklerini Justin Hurwitz’in besteleyerek çok iyi bir işe imza attığı film, aynı zamanda en iyi kurgu ödülüne de sahip olan 105 dakikalık bir Amerikan draması.
Film açılış sahnesiyle birlikte, bizi çok bekletmeden iki baş karakteri karşı karşıya getirerek ikisi hakkında da ufak bir bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Özgüvenini; rahatlığı, dik duruşu ve konuya hakim istekleriyle belli eden; kibir mi, ilgi mi, merak mı tam karar veremediğimiz konuşmasıyla öğretmeni ve onunla karşılaşmayı kendisine bir mertebe olarak gören; karşıdan gelen her talebi kelimesi kelimesine sorgusuzca cevaplayarak davranışa döken, kendine güvensizliği üstünkörü hissettirilen bir öğrenciyi tanıyoruz. Baş karakterlerden sonra ise, ara ara göreceğimiz Andrew’un babası ile tanışıyoruz. Oğluna özgürlük ve alan tanıyan, onun istek ve ilgisine saygı duyan modern bir baba imajını kendisine vermeye çalışsa da, Andrew’un bateriye ve müzik öğretmenine olan tutkulu yaklaşımını gizliden sorgulayışı ve yine çok da gözümüze sokmadan sessizce eleştirmesi ile, aslında sıradan, güvenli hayat tercihini risksiz ve kendi halinde biri oluşundan anlıyor ve kendisine çarpan birinden özür dilemesiyle biraz da olsa perçinliyoruz. Silik bir karakter olan babanın ardından, müzik öğretmeninin mesleğinde oldukça başarılı, mükemmelliyetçi, beklentisi yüksek ve bu sebeple oldukça tahammülsüz olduğu adeta gözümüze sokuluyor. Oyuncu birkaç sahneden sonra, kameranın jest ve mimiklerine gösterdiği aşırı özen ile hemen ilahlaşıyor. Sinek bile yanlış vızıldasa duyabilecek yetiye sahip olduğuna şüphesiz hepimiz inanıyoruz. Senarist, bu adama güvenmemizi istiyor ve seyirciyi tırmandırıyor. Fletcher, Andrew’u sınıfına seçtiğinde, en yumuşak haliyle; “notaları sayıları bir kenara bırak ve müziğe odaklan” derken hali hazırda az önce güvendiğimiz bu adama, Andrew gibi biz de yakınlık duymaya ve duygusal bağ kurmaya başlıyoruz. O artık, Andrew’u anlayacak ve her şartta yanında olacak güçlü ve güvenilir kişi..
Yanısıra karakterlerle ilgili hiçbir duyguya ya da hayatlarını nasıl geçirdiklerine dair detaya sahip olamasak da, Andrew’un yakınmış gibi görünmelerine karşın, aslında ilişkilerinin içerisinde babasından tam destek alamadığını hissediyoruz. Fletcher’ın küçük bir ilgisinin, Andrew’un onaylanma ihtiyacını nasıl doyurduğunu, sınıfa seçildiğinde ve dış kaynaktan gelen bu büyük güven duygusu ile beslendiğinde, beğendiği kızı yemeğe çıkartmak üzere teklifte bulunabilme cesareti göstermesinden açıkça görebiliyoruz. Aslında hepberaber yenilen bir yemek sahnesinde, ailesindeki yaşıtlarının başarısının yanında kendi başarısının, okuduğu okulun ya da yeteneğinin görmezden gelinmesi ve kendisine yeterince bir değer biçilmemesi, Andrew’u müthiş bir yalnızlığa iterek, onun insanlarla olan ilişkileri, dostluk ve cinsellik dahil diğer tüm sorunlarını bateri çalması üzerinde yoğunlaştırması ve öğretmeni olan Fletcher’a yönlendirmesi ile haraketleniyor ve öğretmenden geri dönen müthiş bir psikolojik şiddet içerisinde gerim gerim geriliyoruz.
Andrew, onay ihtiyacı ve enerjisini yönlendirdiği bu nesne üzerinde gerçekleştirdiği beslenme sebebiyle öğretmeni tarafından ne kadar aşağılanırsa aşağılansın pes etmiyor ve her defasında daha sıkı çalışarak bir üst mertebeye erişiyor. Bu noktaya kadar Andrew’a ait ne bir duygu hissedebiliyoruz, ne de yaptığı müziğe ait sanatsal ya da daha amatörce bile olsa, yaratıcılığına ait bir ana denk gelebiliyoruz. Andrew ile kuramadığımız yakınlığı, halihazırda en başta Fletcher ile kurduğumuzdan, gönül rahatlığıyla bu psikolojik baskıya hak veriyor ve öğretmenin Andrew’da gördüğü ışığı ortaya çıkaracağına inanıyoruz. Oysa Fletcher, yeni bir eser ile yarışmaya katılacaklarını açıkladığında, Andrew’un rekabeti, kazanma hırsı ve daha da önemlisi güç gösterisini açıkça görebildiğinde, ona rakip olamayacak kadar yeteneksiz bir başka öğrenciyi, Andrew ile yarıştırarak meydan okuduğunda, Andrew’un elleri parçalanana kadar yeni esere çalışması ve adeta davulu dövmesi, motivasyonunun müzik değil, kazanma ve kabul görme hırsı olduğunu ve bu noktada Fletcher ile ne kadar benzediklerini bana göre net bir şekilde ortaya koyuyor. İlişkileri bir şekilde büyük bir potansiyeli ortaya çıkarması bakımından mucizevi bir işlev görse de biraz abartılı bir tarifle, narsist ile borderline ve zaman zaman bir sadist ile mazoşistin ilişkisini anımsatıyor. Taban tabana zıt göründüğü halde benzer temalarla birbirini tamamlayan, birbirine ihtiyaç duyan ve birbirinden beslenen piskopatinin de ön plana çıkabildiği bir ilişki biçimi…
Gizemli ya da insanı korkutabilecek hiçbir unsur taşımamasına rağmen film, izleyicinin psikolojik baskıyı sonuna kadar hissettiği halde, bundan belli bir keyif almasını tetikliyor, aynı zamanda içimizdeki en yüksek potansiyelimizin ortaya çıkabilmesi ihtimaliyle ve buna ne kadar ihtiyaç duyduğumuzla bizi yüzleştiriyor. Sanatçının, sanatını icra etmek için itici bir güce ihtiyaç duyması ile bu potansiyel karşı karşıya geldiğinde kendi iç çelişenlerimizin içerisinde buluyoruz kendimizi. Bu noktada filmi izlerken ben, Andrew’un her bulduğu duvar köşesinde arkadaşlarıyla birlikte müzik yapıyor olmasını, okulun ona sağladığı tüm imkanlardan faydalanırken, beceriksiz dahi olsa yaratma heyecanının ve azminin tadını çıkarmasını istiyor ve bunun eksikliğini her yönüyle içimde hissettiğimi farkediyorum.
Araba kazası geçirmesinin hemen ardından baterisini çalmak üzere yaralı bir şekilde salonda bulunan Andrew’un durumu; ben varım demekten öte, kendi varlığını hissedebilmek için bir dış kaynak yaratma ve canı pahasına ona tutunma iihtiyacını anımsatıyor ve bunu açıkça görebilmem, benim için hayatın içinde nerelerde kendi kalemize gol attığımızı sorguladığım inanılmaz sarsıcı bir ana dönüşüyor.
Ben kendi kale direklerimin içerisinde sınırlarımı ölçerken, Fletcher’ın ölçüsüz ve kontrol edilemez bir biçimde öğrencisinin tüm sınırlarına girdiği, onu avucunun içerisinde tuttuğu filmin son dakikalarında, Andrew’un yenilgiyi kabul ederek sahneyi terkederken babasıyla karşılaşması ve babasının kollarının arasında bir teselliden çok acıma duygusunu hissedişi, onun sahneye dönerek hepimizin hayranlıkla izlediği o muhteşem performansını çıkartmasına ve aslında uyanışına sebep oluyor. Andrew’un adeta müziğin kendisi oluşuna, Fletcher’ın bu potansiyeli ortaya çıkartması bakımından gururuna ve babanın dehşet dolu şaşkınlığına tanık olduktan sonra film bitiyor….
Gözümden tek bir damla yaş aktığını ve aklımın içinde ordan oraya çarpan düşüncelerimin ağırlığıyla uzunca bir süre yerimden kıpırdamadığımı hatırlıyorum.
Şayet bütün bu algıladıklarım ve hissettiklerim doğruysa, senarist gerçekten de böyle bir psikolojik süreci işlediyse, hiç bir bilgim olmamasına rağmen ben bunu nasıl bilebiliyordum.. Basit bir bilme ihtiyacı dediğim şey, içimde var olduğu halde görmediğim şeyler miydi?
Bilmeyi istediğim şey benim özüme mi aitti? Bütün istediğim, bilme ihtiyacının bilgi ile birleşerek bir güce dönüşüp bir süre benimle kalması mıydı? Filmlerle olan yolculuğum işte tam da bu noktada başladı.
Yola çıktığımda motivasyonum ve itici gücüm bilmenin verdiği haz ve güçtü.
Peki ya senin motivasyonun ne?